Sunay Akın – Ada’ya Gittim, Memnun Ayrıldım

Dünya haritalarını ressamlar çizerdi yıllar öncesinde. Çizerken de, haritanın bir köşesine sevgililerinin hatırına bir ada kondururlardı. Gerçekte var olmayan bu adalar nice sevgilinin adını taşımıştır günümüze.

Harp okulunda “5227” no’lu öğrenci olan Necati, eline geçen 7 Aralık 1937 tarihli mektuptan şu tümceyi okur: “Ada’ya gittim, çok şeyler konuştuk, memnun olarak ayrıldım.”

 

Aynı okulda okuyan “5409” no’lu arkadaşı Ömer’dir mektubu gönderen. Deniz soyadını taşıyan öğrencinin mektubunda söz ettiği Ada da, Nazım Hikmet’tir aslında! Askeri öğrenciler bir zarar görmemek için, hayran oldukları şaire bu takma adı uygun görmüşlerdir.

 

Ömer Deniz, 1937 yılının 3 Aralık günü, Nişantaşı’ndaki evinin kapısını çalar Nazım Hikmet’in. O gün, Şeker Bayramı’nın arife günüdür. Nazım Hikmet, ilk kez dört ay önce Beyoğlu’ndaki bir sinemanın holünde karşılaştığı ve polis olduğundan şüphelendiği için pek yüz vermediği Ömer Deniz’i bu sefer evine buyur eder. Böylelikle Ömer Deniz kavuşmuş olur ‘ütopya’sına!..

 

Nazım Hikmet’in orduyu isyana teşvik suçuyla yargılandığı davada, Ömer Deniz’in, ünlü şairle evinde görüşmesinin ardından arkadaşı Necati’ye gönderdiği mektubun da bahsi geçer ve “hüküm fıkrası”nda “Ömer Deniz’in mahmul olduğu fikirleri tatmin eden bir maiyet ve şümul mevcut olduğu anlaşılmaktadır,” denilir. Yani, Nazım Hikmet’in, arife günü evine gelen bir hayranına iyi davranıp, ona misafirperverlik göstermesi, geleneklerimize uygun olarak evden “memnun” ayrılmasına neden olacak güler yüzü ve sohbeti eksik etmemesi, mahkeme tarafından komünizm propagandası olarak değerlendirilir. Okulda arkadaşları tarafından “şair” diye seslenilen Ömer Deniz’in, Nazım Hikmet gibi bir ustayla şiir konusunda konuşmuş olmaları gelmez akıllara. Üstelik, komünist propagandada bulunmak, Askeri Ceza Yasası’na göre suç sayılmıyordu o yıllarda!..

 

Ömer Deniz’i üçüncü kez mahkeme salonunda görür Nazım Hikmet: “Onu, arife gününden sonra ilk bugün, duruşmanın bugün başlayan bu celsesinde görüyorum. 17 Ocak’tan beri Askeri Cezaevi içinde bir odada tek başına bırakıldığım için hiçbir sanıkla veya o sanıkların avukatlarıyla görüşmedim, kimseyle görüştürülmedim. Bu bakımdan o arkadaşın ifadesi ile benim ifadem arasındaki aynılık, hakikatin böyle olduğunu ispat eder. Suçsuzum, beraatımı ve tutukluluk halime son verilerek tahliyemi talep ediyorum.

 

Peki ama suçsuzluğu bu denli bariz olan bir insan, neden hapse mahkum edilir?

 

Bu sorunun yanıtını, Falih Rıfkı Atay’ın, 2 Mayıs 1965 tarihli Dünya Gazetesinde yayımlanan yazısında buluruz; Atay, Nazım Hikmet’in orduyu syana teşvik suçuyla yargılanmaya henüz başlanmadığı günlerde, Meclis koridorlarında duyduğu şu sözü gün ışığına çıkarır: “Vesika yokmuş ha… Delil bulunmazmış ha… Biz onu Divan-ı Harp’e mahkum ettirelim de, gününü görür.”

 

Nazım Hikmet, sekiz çeşit adli hatanın yapıldığı, dinleyicilere ve basına kapalı ve de en önemlisi, beş hakimden dördünün hukuk eğitimi almamış olduğu mahkeme sonucunda suçlu bulunur!

 

Haksızlık, on iki yıllık hapishane yaşantısının ardından da yakasını bırakmaz şairin. Nazım Hikmet, askere çağrılmaktadır. Hamidiye Gemisi’nde yaptığı bir yıllık stajyer subaylık görevi sırasında Nazım Hikmet ciğerlerini üşütmüş ve çürüğe çıkarılmıştır. Şair, çok sevdiği denizcilik mesleğinden ayrılmasına neden olan hastane raporuyla askerlik şubesine gitse de, bir sonuç alamaz. Hapishane günleri sırasında kalp ve ciğer rahatsızlıkları olduğunu gösterir raporlar da göz ardı edilir ve kendisine askerlik yapmak üzere Sivas’ın Zara ilçesine gitmesi söylenir. İşte, “dürüst ve adil” olduğunu söyleyen kimilerinin, Nazım Hikmet’e yapılan haksızlıkların hesabını sormak yerine, O’nun “vatan haini” olduğunu dillerine doladığı süreç kısaca böyledir.

 

Nazım Hikmet davasında unutulan, akıbeti merak edilmeyen biri vardır: Ömer Deniz!..

 

Sahi, Ömer Deniz de haksızlığa uğramıştır değil mi?.. Ne oldu dersiniz Nazım Hikmet’e “Ada” diye seslenen genç adama?

Ömer Deniz yedi yıl altı ay hapis cezasına çarptırılır. Özgürlüğüne kavuşunca da, haksızlıklara karşı gelebilmek için hukuk eğitimi almaya karar verir. Hem yaşamını sürdürebilmesi hem de okuyabilmesi için bir yandan da çalışmaktadır. İstanbul’un Fatih semtinde bir marangoz atölyesi açar. Tahtadan oyuncaklar yapan Ömer Deniz’in her gece çalışırken, atölyesinden Hırka-i Şerif Caddesi’ne yansıyan lambanın ışığı, düşlerini aydınlatır mahalle çocuklarının. Ömer Ağabeyleri içerde tahtadan arabalar, kamyonlar, trenler yapmaktadır!..

 

Bir gün, mahallenin yoksul, çelimsiz çocuklarından biri kapısını çalar atölyenin: “Ben de burada çalışabilir miyim?”

 

İlkokul öğrencisi olan çocuk boş zamanlarında Ömer Ağabey’inin yaptığı oyuncakları boyamakta, boyarken de kendisini onların sahibi sanıp düşlerinde oynamaktadır.

 

Bir gün, hiç oyuncağı olmadığını söyleyen çırağına tahtadan kuklalar yapar Ömer Deniz. Çocuk, kolları ve bacakları hareket eden kuklaları kaptığı gibi arkadaşı Saim Koç’un yanında alır soluğu. İki kafadar, mahalledeki diğer çocuklara misket ve gazoz kapağı karşılığında kukla oynatmaya başlar.

 

Yaşamın katılığı, kirliliği karşısında bir ada ararız sığınacak… Sanço Panço, bir ada bağışlayacağı umuduyla koşmamış mıdır Don Kişot’un ardından?..

 

“Ada”ya ulaşmak için direnmek, çaba sarf etmek gerekir ama!.. Kimse size bir ada bağışlamaz. Ömer Deniz’in armağan ettiği kuklalarla ilk gösterisini yapan çocuk, yıllar sonra da olsa adasına kavuşur ve kapısına adını yazar:

 

“Müjdat Gezen Sanat Merkezi.”

Sunay Akın – Kırdığımız Oyuncaklar kitabından  öykü

images (1)

Yorum bırakın